Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 15.12.2025 15:55

BU HAFTA NE YAZSAM?

Facebook Twitter Linked-in

KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

 

 Gazete Sahibi İsmail Topal telefonu açar, “Hocam yazın gelmedi.” der. O zaman kafam boş yazı yazayım anlamı olmadan. 

Baksanıza her tarafta başlamış yıkım kararı. Önce futbolda kirli oyunlar, şimdi televizyona çıkan sunucuların bilmem ne partileri. Her sabah köşede unutulmuş kir izlerine sıkılıyor sabunlu sular. Çalmalar, çırpmalar, karaya çekilmiş kayıklar gibi köşe başlarında, parklarda emekliler. Güvenilen dağlara çoktan sis çökmüş, kar yağmış farkında değil birçok insan. Bizim büyüklerimiz boşuna mı demiş: “Yaprak dökmeyen ağaca, buz tutmayan suya sakın güvenme.” Hayata açılan kapı günden güne daralmakta. “Güllü'yü kızı mı öldürmüş?” Haber diye sunuluyor kanallarda. Bizler zemin katta, bazı insanlar yükseklerde. Gol attı tuttuğun takım sevinir, gol yedi üzülür. Arkada dönüyor kirli çarklar, farkında olmuyoruz. Bizim bedenimizde dünlerin, sürgünlerin biriktiği yorgunluk. Ne düşen fındık fiyatlarına (oynanan oyunu fındık yetiştirenler çözsün ve görsün) ne de kahve renkli kokarcaya söylenecek söz kalmadı bizlerde. Yokluğu da yoksulluğu da gördük. “İsmail'in gözlerini bağlarken İbrahim” hangi duygular içindeydi ben ne bileyim. Ekmeksiz çorba içenlere “sofranda niye ekmeğin yok?” diye soran var mı?

Şu şehrimin dili olsa da anlatsa olanları. Şimdi bu diyarda eski zeytin ağaçları, tütün tarlaları, mavnalar yok ki. Daracık sokaklarda hüzünlenmiş giden güzelliklere bir çiçek gülümsüyor sana çatlayan duvarlara arasında, nergis kokuları hala burnumda. Yürüyorum şehrimin sokaklarında. Ne anlatayım ne yazayım İsmail Topal Kardeş, (Z kuşağı "kanka" diyor, bu kelimeye. Bilmiyor ki bu kelime Roman, Bu kelime çingene.) gücenmiş güzelliklere?

Nazlanmıyorum yazmaya. Aklıma yazacak çok şey geliyor ama elim yazmak istemiyor. Hâlâ kafamın içinde o çocukluktan kalma soru. Kertenkelenin kuyruğu koparılmış ama hâlâ yaşıyor. İnsanı da yoruyor ne yazacağım sorusu. Zaman zaman insanın beyni de “cenaze nedeniyle kaplı kapalıyız” yazısı gibi oluyor.

Hadi yazacaklarımızı yormadan; şöyle beraber çıkalım sokağa. Siz bu şehre doğudan girin ben başlıyayım batıdan. Sizin gezeceğiniz yerlerde kırılgan yokuşlar var; biz yaşlıyız yokuşlardan çıkamayız. Ne gördün sokaklarda ne gördün çevrende? Sen oradan anlat, ben de buradan. Ama anlatmamız ağız tadıyla ve samimi olsun. Bir de sevgi serpelim üzerine, o da bizden kalsın bu şehre cazibesi olarak. Varsın tanımasın bizi bu sokak. İsterse hayat daha sert vursun yumruklarını. Varsın annemin tütün kokmasın ne çemberi ne de hırkası. Sakın ha sakın “yine çok uzun oldu” diyerek sözümü kesme. Tütünün, karayemişin, zeytinin, patlıcan incirin, kokulu üzümün, güz fasulyesinin, bostanın yeri ayrıdır bu şehirde. Bu sebeple her salı günü kurulur burada Kadınlar Pazarı. Ben anlatmıyorum o pazarı sen Ceyhun Atıf Kansu'dan dinle. Zinolar, güvercinler, kış aylarında çulluklar, sonbaharda bırldırcınlar, yaz ayalarında dirvanalar, sarı sandallar, yeşil kanatalar bu kentin insanları gibidir. Serçeler bir dirhem eti için kalbur altına yem bırakılarak yakalanırdı. Ne korkunç tuzak. Anam, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.” derdi. Bizler aç kalan serçelere, bir zamanlar tuzak kurmuşuz. Ne acı. Belki de bu yüzden terk etti keklikler bizin yamaçları.

Bakın nereden girdik, bir türlü çıkamadık şu sokaklara.

Bu şehre eğer doğudan girersen, yöreye göz gezdirdiğinde az insan ve çok tarım bahçeleri görürsün. O mavi denizi, yeşil bahçeleri görünce insan kendinden geçer. Sera turfanda sebze anbarı, Kalanima tütün tarlaları. Deniz kıyısında Doktor Evleri ve ağaların konakları. Şehre yaklaştın mı önüne çıkar Ortaokul ve Tekel binası. Göğe yükselir Ak Cami Minaresi. Sonra tek veya iki katlı taş evler.

Akçaabat'ta eski yıllar her mahallede bir cami, şehir içinde üç cami var. Eskiden burada Türkler (müslimanlar), Rumlar ve Ermeniler beraber yaşarlardı. 1921 yılına gelinceye kadar bu bölgede pek de asayiş sağlanamadı. Pontusçu Rumların siyasi faaliyetleri dışında köylerde birtakım eşkıyalar halkı soyadı. Deniz kenarlarına zaman zaman korsanlar talan yapardı. Rus gemileri Sargana Burnu’ndan bu şehre çıkmak istediler. Yalnız bölge kadınlarının mücadele gücünü gördüler. Bu bölgede gençler kendi aralarında örgütlenerek düşmanlara ve eşkıyaya karşı milis gücü oluşturmuştu. Köy yollarında, yayla yollarında eşkıya yol keser, insanları soyardı. Hayvan hırsızlığı yaylalarda olurdu. Hatta bazı kadınlar zorla evlendirilirdi. Kızlar kaçırılırdı. Hayvan hırsızlığını önlemek için bazı tedbirler kolluk kuvvetleri alıyordu, fakat yeterli olmuyordu. Korsanlar daha çok Rize ve Batum'dan motorlarla gelirlerdi. Bu korsanların aba zıbkaları, uzun konçları, meslerinin altında kabara çakılı çapulaları, başlarında kulakları kıvrım kıvrım burulu siyah ve lacivert kumaştan başlıkları vardı. O yıllar Gülcemal Vapuru İstanbul ile Trabzon arasında yük ve silah taşırdı. Köylerde toprak daha çok ağaların ve beylerin elindeydi. Köylü fakirdi, yarıcılık yapardı.

93 Harbi (Osmanlı-Rus Harbi) Batum’dan batıya doğru göçmen hareketi başladı. O zaman Batum'dan gelen Gürcüler Sefer Bey'in düzüne yerleştirdiler. Yöredeki çetelerin saldırıları üzerine topraklarını ağalara, beylere terk eden Gürcüler Fatsa Kabak Dağı eteklerine gidip yerleştiler. 

Bu tarihi anekdotu burada kısa keselim. Yine şu sokaklara doğru yola devam edelim. O eski yıllar doğa zarifti ama insanlar için aynı şey söylenir mi? Onu da Osman Baş Bey'e sormak gerekir.

O yıllar bu şehirde en dikkati çeken şey kahveler ve camilerdir. Camilerde o eski yıllar yere hasırlar serilir ve onlar üzerinde namaz kılınırdı. Her esnafın dükkanında hasır bir seccadesi olurdu. Cami içinde veya kahvede her hatırlı kişinin sanki bir yeri veya masası olurdu. Her ne kadar Allah katında rütbe farkı olmasa da yine de her hatırlı kişinin yeri sanki ayrıydı. Sanki günümüzde de buna benzer uygulama var. Mevki makam ve para sahipleri namazı önde kılar. 

Kahve keyfi ayrıydı. Herkes kahvede yanan bir mangal başına toplanır, külde pişirilen kahveyi yudumlar, kahve kokusu sokağa yayılırdı. Ramazan ayında hiçbir yemek yeri açık olmaz. Akşamları insanlar pide kuyruğuna fırınların önünde girer, fırında pişen pidelerin mis gibi kokusu iki sokak öteden duyulurdu. Meşhur fırınlar vardı: Markal’ın Fırını, Veysel Seis'in fırını, Ziya Usta'nın fırını, Esat Gedikli'nin fırını. Daha sonra fırın sayısı arttı. Güneş batar batmaz müezzinler minareye çıkar ezan okurdu.

Batıdan şöyle şehre doğru yaklaşırsak Mersin balıkçılarını Akçakale'yi, Salacık’ta zeytin ağaçlarını, Kavaklı'da oyun oynanan dere kenarında kahveleri görürüz. Sargana Burnu’ndan rüzgâr esince yağmur yağacak denilirdi. Ağaç dallarının gölgeleri arasında denizin mavi suları içinde Güneş ışınlarını pırıl pırıl parladığını görürdük. Dereler ağır ağır akmaktadır. Sanki dağların çiçek kokularından, kuşların seslerinden denizi haberdar etmek için zaman zaman acele de ederlerdi. O zaman sel felaketi başlardı. Kavaklı dere kenarında büyük mezarlık vardı. Burada Rus generallerinin mezarı da mevcuttu. Akçaabat içinde üç mezarlık vardı, biri merkezde. Mezar başlıkları mermer ve sanat eseri. Yalnız kıymetini bilmedik, çoğunu kırdık ve bir kenara attık. Mezarlıklar sonsuzluğun, huzurun, güzelliğin hâkim olduğu yerlerdir. Ama nedense mezarlıkları korkulan yerler olarak çocuklarımıza tanıttık.

Yola devam ediyoruz. Hamam Çimeni, gübre depoları, meşhur Akçaabat Gazinosu. Eski taş binalar. Bazı köşklerde gece yanan avizeler. Mahallelerde tulumbalar ve çeşmeler. Bu çeşmelerden şırıl şırıl akan sular. Bu zarif çeşmelerden gelip geçenlerin susuzluklarını gidersinler diye mermer yalaklar. Zaman zaman köylere çıkan jandarmalar yorulup bu çeşmelerin başında oturup dinlenirler. Kuzeyde koskoca bir deniz. Yağmur yağınca gökkuşağı denizi bütün renkleri ile boyuyor. Güneyde yemyeşil tepeler, ara sıra kemençe sesi ve vadiden vadiye atma türkü yarışı. 

Mahallerde kendilerine mahsus bahçeleri olan tahta taraba evler. Dükkanlarda renkli renkli kumaşlar. Bahçelerde çiçekler, yeşile boyanmış mezar başlıkları. Yaz geceleri ay ışığında bahçelerde yapılan sohbetler. İnsan hayal edince derin düşüncelere ve duygulara kapılıyor. Bu şehri ne çabuk kaybettik düşünceleri insanını içinde bir güneş gibi doğuyor. İnsanın canı yanıyor bu güzellikleri kaybettiğini görünce. Bırakalım burada bu sohbeti. Şimdiden duyar gibiyim Akçaabat Yeni Haber Gazetesi sahibi İsmail Topal’ın “çok uzun oldu, köşede yer yok” demesini. Yahu bıraksaydın da birkaç söz katsaydık. Çünkü bizim mahallenin, Akçaabat'ın ve dostların ayrı bir yeri vardır bu gönülde. Duyar gibi oluyorum yine başladı mırıldanmalar: “Hocam gözüm yoruldu, çok uzun oldu.”

O kadar daha güzel şeyler yaşadım ki bu şehirde çoğunu da unuttum. Dostlarımı çalışma arkadaşlarımı asla unutmam. Hoşça kalın güzel dostlar.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —