AYRICA
DR. SELMAN DEMİRCİ
ahengerselman@hotmail.com
“HADİS İLMİNİN TEMEL MESELELERİ”
Diyanet İşleri Başkanlığından ayrılışı sırasında tartışmalarla gündeme gelen Prof. Dr. Mehmet Görmez’i ben spekülasyonlarla değil ortaya koyduğu bir eseriyle okuyucuların gündemine taşımak istedim. Hadis üzerine yüksek lisans ve doktora yapan Görmez, bu sahada bir çok eser ortaya koydu.
“Hadis İlminin Temel Meseleleri” kitabı hacimce küçük olmasına mukabil muhteva ve kalite olarak büyük bir kitap... Otto yayınlarının güzel baskısıyla okuyucuya takdim edilen kitabın birinci bölümünde sünnet ve hadis kavramları ele alınmaktadır. Bu iki kavramın kelamcılar, usulcüler, fıkıhçılar, hadisçiler tarafından yapılmış farklı tanımları mevcut olmasına rağmen ilk asırlarda sünnet davranış ile ilgili bir kavram, hadis ise sözlü rivayet ile ilgili bir kavram olarak kullanılmıştır. Biri nazari bilgi, diğeri pratiktir/uygulamadır. Örneğin Abdurrahman ibn Mehdi (ö. 198/813) âlimlerle ilgili kanaatini belirtirken şu ifadelere yer vermektedir: “Sufyân es-Sevrî hadiste hüccet fakat sünnet konusunda hüccet değildi. Hem sünnet hem de hadis konusunda hüccet olan İmam Malik idi.” İlk iki asırdan sonra hadisçiler bu iki kavramı eşanlamlı kullanmaya başlamışlardır. Çağdaş Hint âlimlerinden Süleyman Nedvî, sünnet ve hadisi doğru anlamak için bu iki kavram arasındaki farkın yeniden ortaya konulması gerektiğini savunur. Ona göre hadis Hz. Peygamber’in söz, fiil ve halleriyle ilgili sözlü rivayetlerdir; sünnet ise hadis, hatta Kur’an’la gelen mütevatir uygulamalardır.
İkinci bölümde Görmez, sünnet ve hadisin mahiyetini din, vahiy ve peygamberlik ışığında ele alır. Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarını dini ve dünyevi olarak ayırarak dini olanların bağlayıcılığının bulunduğunu, dünyevi olanların ise Müslümanları bağlamadığını savunan bazı âlimlerin görüşünü isabetli olarak görmez. Ve şu satıları kaydeder: “Yolda insanlara eziyet veren bir maddeyi kaldırıp atmayı imanın tarifi içine yerleştiren bir Peygamberin söylediklerini ve yaptıklarını bu şekilde ayırmak gerçekten imkânsızdır. Hz. Peygamber bize tıp, ziraat, sanat, ticaret gibi şeyler öğretmeye gelmemiştir. Ancak bu durum onun tıp, ziraat ve sanatla ilgili hiçbir ilke ve prensip getirmediği anlamına gelmez. Hz. Peygamber ne hukukçuydu ne ziraatçı ne de doktor. Fakat onun sarf ettiği sözler ve sergilediği hayat tarzı içinde hem hukukçulara, hem ziraatçılara, hem de doktorlara prensip olacak ilke ve esaslar mevcuttur.”
Görmez Resulullah’ın fiillerini Kadı Abdulcebbâr’ın (ö. 415/1025) yaptığı gibi şahsi bilgi, görgü ve tecrübeye dayanarak yapılan fiilleri diğer fiillerden ayırmanın; İbn Haldun (ö. 808/1405) ve Şah Veliyullah Dihlevî’nin (ö. 1176/1763) yaptığı gibi peygamberlik alanına giren ve girmeyen fiiller olarak ayrıma tabi tutmanın daha uygun olacağını söyler.
Bu noktada fiilleri “adet” ve “ibadet” olarak ayırmanın önemine dikkat çeker. Bu meyanda Yusuf Karadavî’den şunları nakleder: “Bugün sünnet zannedilen birçok fiil/eylem, kendi zamanına ve çevresine uygun Arap âdetidir.” Yerde oturup yemek, yemeği elle almak, cübbe ve sarık giymek vd. gibi birçok fiili Karadavî’nin âdet kategorisine dâhil ettiğini aktarır.
Görmez âdet ve ibadet ayrımı yaparken kullanılacak iki temel niteliğin fiil ve davranışta kurbet yani Allah’a yakınlık kurmak ile tutum ve davranıştaki gaye ve maksat olduğunu belirtir.
Görmez, “Metin Tenkidi” başlığında hadis metninin Kur’an’a uygun olması, mâruf olan meşhur sünnete uygun olması, aklıselime/sağduyuya uygun olması, İslam’ın ana ilkelerine uygun olması, tecrübeye açık bir konuda insan his, tecrübe ve müşahedesine uygun olması gibi özellikler taşımasının zorunluluğuna vurgu yapar.
Hadis Tarihi, Hadisin Sûbutu, Hadislerin Delaleti, Hadislerin Tahrici gibi bölümlerle hadis ve sünnet konusunu enine boyuna irdeleyen yazar bir birinden kıymetli bilgi ve görüşleri bizlerle paylaşır.
Biz ünlü Hanefi fakih ve usulcülerinden Serahsî’ye (ö. 490/1096) ait şu satırlarla yazımıza nokta koyalım:
“Her türlü bidat ve kötülük, ahad haberleri Kur’an ve meşhur sünnete arz etmeyi terk etmekten neş’et etmiştir. Bazıları Hz. Peygamber’e ulaşıp ulaşmadıkları şüpheli olan ve kesin bilgi (ilme’l-yakîn) ifade etmeyen bu tür haberleri asıl kabul ettiler. Sonra da Kur’an’ı ve meşhur sünneti bu asıllara göre yorumladılar. Böylece tâbi olması gerekeni metbû/tâbi olunan kesinlik arz etmeyen bir şeyi de esas kabul ederek heva ve bidate saptılar.”