Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 26.12.2022 21:15

EY HAYAT, SENDE BİR YANLIŞLIK VAR

Facebook Twitter Linked-in

 

KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

 

EY HAYAT, SENDE BİR YANLIŞLIK VAR

Dün ve bugün.

Biz yaşlıların çoğu zamanı dün, azı bugün.

Bugün birçok insan farklı bakar bizlere. Yaşlılar... Bilmez ve düşünemezler. Hatta teknolojiyi iyi kullanamadığımızdan bakışlarıyla küçümserler bizleri. Bizler şöyle bildik. Güzellik sözde değil bakmayı bilen gözdedir. Önemlidir insanın gözüne bakarak kalbini görebilmek. Gençler nasıl bilsinler ki bizleri?

Her insanın kendine göre kurguladığı bir dünya var. Bugün gençler gelecek derken, bizi eski hatıralar çeker götürür yaşlanmış yıllara. Bazı insanlara göre o yıllar geçmişte kalmıştı. Geçti ve bitti. Ama bir de bizlere sorun. Dünkü yaşanmışlıkları ararız bugün. Ama bugün gençler bilemezler o yılların acı ama bize tatlı gelen  hatıralarını. Bizim o yıllardaki değerlerimiz bugün çoktan silinip gitti, yerlerini telefonlar, “kankalar” aldı. Bizde kalan sadece o yılların   sıcak sevgisi. Her şeye rağmen yine de bizler için ışıktır gençler.

Biz de biliyoruz. Unutmak alışmaktır. Ama nedense bizim kuşak kaybettiklerini bir türlü unutamıyor işte. O eski yılların ağrısı, düşündükçe kör bıçak gibi saplanır yüreğimize.

Şimdi soracaksınız bana eskinin bugün ile arasında ne fark vardı?

Sorunuza soru ile cevap vermek isterim. En son ne zaman başını okşadınız yetim bir çocuğun? Öğretmeni, “babası veya annesi olmayan çocuklar parmak kaldırsın” dediğinde nasıl bir acı ile o parmak kalkar ayağa. Annesiz veya babasız olmak dinmeyen bir ağrıdır. Acıdır, sızlar durur yıllar boyu. Annesiz veya babasız olan bir çocuğa yaşama sevinci ve hayat dersi nasıl verilir?

Eski yıllar yoksullukla baş etmeyi öğretti birçok insana. Bizler gaz lambası altında ders çalışırken uyur kalırdık. Başımız düşerdi “saman yapraklı” deftere, en zor problemi çözerken. Eski defterleri alırdık komşu çocuklarından. Yazılı sayfalarını siler ve yeni öğretilenleri yazardık. Bir yıl önceki defterden boş sayfa kalmışsa sevinirdik. Bir yıl sonra boş sayfalardan başlardık yazmaya. Kitaplarımızı ya sarı çimento kağıtlarıyla ya gazete kâğıdı ile kaplardık. Takvim yaprağı ile kaplamak çok sükse verirdi bize. Hele de bir artist varsa resimde. Gazlı kalemlerimiz vardı. Tükenmesin diye ucuna ispirto dökerdik, yeniden yazardı. Güzel yazı yazmak için kamıştan kalem yapardık. Çoraplarımız, ayakkabılarımız yamalı olurdu. Hatta giydiğimiz pantolonda yama olursa çok utanırdık. Öğretmen tahtaya kaldırmasın diye dua ederdik Allah'a. Siyah önlüklerimiz vardı. Birinci sınıfta bedenimize bol olarak alınır veya diktirilirdi. Üç yıl aynı önlüğü giyerdik. Siyah güneşten solar mı? Solardı, sanki beyaza dönüşürdü.

Her gün beş kuruşumuz veya on kuruşumuz olmazdı. İmrenirdik Okulun hademesi Ziya Babur'dan on kuruşa    bisküvi arası lokum alıp yiyenlere. Muzu, şeftaliyi tanımazdık. Sadece sevdiğimiz karpuz ve kavun olurdu. Onları da dilim dilim satılırdı sergilerde. Yarım karpuz alınırdı evlere. Et döner, tavuk döner, Akçaabat Köfte bilmezdik.  Yediğimiz daha çok bulgur pilavı, lahana çorbası, makarna, turşu. Makarna ve pilavı ekmekle yerdik doymak için. Cola, fanta, meyve suyu... Adını bile bilmezdik. İçtiğimiz çeşme suyu, ekşi ayran. En güzeli yoğurt ve süt. O da haftada bir gün. En lüks yemek Ramazanlarda yapılan yufka tavası, bal lokması ve sütlaç. Bayramdan bayrama alınırdı yeni kıyafet ve ayakkabı. En çok da bizi sevindiren bayramlarda el öpünce aldığımız beş on kuruş. Bir lira veren en yakınımızdan bir iki kişi olurdu. Çok sevinirdik o zaman. Çikletimizi bir hafta çiğnerdik. Yorulunca çenemiz bir lahana yaprağına sarar kitabın içine korduk kimse almasın diye. Sonra tekrar alır çiğnerdik. Bir demlik çay akşama kadar kaynardı kara ateşte. Sabah o çay içilir, akşam aynı çay ısıtılıp tekrar içilirdi.

Sıçan uçurtması yapardık yazılı defter yapraklarından. İmrenirdik “tabaklı” uçurtması olanlara. İsterdik ki bizim de böyle havalı uçurtmamız olsun. Topumuz ya yamandan yapılırdı veya kâğıttan. Çember çevirirdik. Aldavur oynardık. En çok “firar” oyununu severdik. “Muklis” dediğimiz mıhlardan yapılmış kale ve oyuncularla futbol oyunu oynardık. “Gogles” oynardık. Cam elimizi keserdi. Maça gitmek için yamaçlardan gökle (salyangoz) toplar satardık. Defne yaprağı da topladığımız olurdu. “Fodik Taşı” oynardık inek beklemeye gidince. Çelik çomak oyununda kol kuvveti ve isabet önemliydi. Karayemiş, incir, erik ağacına çıkar hem karnımız doyurur hem de türkü söylerdik. Üzüm asmasına çıkmaya korkardık. Genelde asma altında yılan folu olurdu. Dut silkelerdik beyaz potlu çarşaflara. Unutamadığım hâlâ oynamak istediğim güzelliklerdi eski oyunlar.

Evlerimize en çok hamsi gelirdi. Zaman zaman patates ocaklarına gübre diye eski kokmuş hamsileri dökerdik. Sinekler bahçelere üşüşürdü. Evlerde telefon yoktu. Uzaktan uzağa ya ıslıkla veya yüksek sesle bağırarak haberleşirdik. Kimi zaman da renkli ya da beyaz çarşaflar asardı harmana annelerimiz karşıdan bakan kimse evlerde kimse var anlasınlar diye. Tarlalarımızı imece usulü bellerdik. Şarkı olarak bilmezdik ama karşı komşunun radyosundan Nuri Sesigüzel, Ahmet Sezgin, Şemsi Yastıman, Nezahat Bayram, Seher Akkuş, Muharrem Ertaş'tan türküler dinlerdik. “Erzurum dağları kar ile boran” türküsü hüzün verirdi bizlere. Haftada bir gün iki pervaneli uçak geçerdi üzerimizden. Karadeniz'de dumanı kara kara çıkan gemileri seyrederdik uzaktan.

Akşam olunca, karanlık basınca korku ve acı hızlanırdı içimizde. O zaman küçücük bir kuştuk. Sığınmak için bir kanat arardık örtsün ve korusun bizi korkularımızdan. Sabah olunca, gün açınca geçerdi korkularımız. Gece duyguları unutulur yeni hayaller başlardı yeniden.

Bizler bugün diyemiyoruz artık. Geçmiş geçmiştir... Aklımızda silinenler olsa da kalbimizdekiler silinmiyor. Geçmiş hatıralardan kopmamışsa bir insan nasıl adapte olur yeni dünyaya?

Şimdi çevrede eskilere, yaşlılara laf atmalar. Şunu unutmamalı bilhassa da gençler: “İnsan kalbi defalarca gücenebilir başkalarına. Ama sadece bir defa  kırılır bazılarına.” Bu bazılarından olmayın sakın.

Ama olmuyor, olmuyor. Bugün dolmuşta geliyordum. Ön koltukta yaşlı bir bay ve bir bayan oturuyordu. Erkeğin telefonu çalıyordu ama erkek duymadı. Arabayı süren dolmuşçu, “telefonunuz çalıyor; yaşlılık var ya yaşlılık” sözlerini alaycı bir dille söyledi. Adamın yüzü kızardı. Ben de o iki yaşlı karı koca indikten sonra sürücüye “sen de bir gün yaşlı olacaksın” dedim ama tınmadı bile. Kim bilir benim için de içinden neler söyledi? Ben de böyle bir yazı yazmak fikrine düştüm. Hepimiz insanız. Yaşlı veya genç. Zengin veya yoksul. Güzel veya çirkin. Bilgili veya cahil. Hepimizi Allah yarattı. Gizli egolara yenilip de insanın üzerine basma ve çiğneme. Bizler o eski günlerin külleri ile yaşıyoruz şimdi. Ateşimizi yağmurlar söndürdü. Külümüzü savurma; zamansız esen rüzgâr. Yanlış eylemde bulunup, çirkin söz söyleyip de sonra özür dileme.

Her şey hızlı değişiyor. İnsani duygular ve sevgi değişmesin. Bakın yeni yıl geldi. Yeni yılınızı kutluyorum. Tüm okuyucuların ve sevgili dostların arkadaşların yeni yılda mutlu olmalarını istiyorum.

Koca bir kış kapıda. İnsanlar hala itiş kakış peşinde. Sözlerin busesi yok. Dünya karışık. Televizyonlar izlenemiyor artık. Estetik yitik, sanat ölü. Çirkin sözler pazarında bolluk. Yaşlılık sanki bir bela. Ama yağmur, güneş yıldız ve ay değişmemiş. Değişen insan ve gençlik...

Ey hayat, sende bir yanlışlık var.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —