Abbas YOLCU

Tarih: 13.02.2023 21:16

AKÇAÂBATIN GİZLİCE AHÎ BABASI: EMİCEZÂDE MEHMET EFENDİ

Facebook Twitter Linked-in

BİR KONU BİR KONUK

Mehmet Hakan ALŞAN

Eğitimci-Yazar

 

AKÇAÂBATIN GİZLİCE AHÎ BABASI:

EMİCEZÂDE MEHMET EFENDİ

 

Bir varmış, Bir yokmuş.

Sâdece Aşk var imiş.

Hani derler ya, her beldenin sırlıca bir bânisi vardır. Ki onlar, Hakk’ın gizlice dîdeleridir ve sayıları pek azdır. Elmaslar miyârınca derincededirler, karatlarını, kıraâtlarını ve kır atlarını ancak ehli bilir. Ehli de bu karatı yüksek elmasları edebince örter durur. Lâkin, hazineye mâlik bu virâneler ve asûde yaşlıca örtülü konaklar sizi yanıltmasın. Değil mi ki, İnsan-ı Kâmiller doğmazlar ve ölmezler. Birlik katarından gelip bize ışık olurlar ve taşıdıkları cemâl nûrunu aşk-ı ilâhiyle ten ve beden sandukasında telezzüz edip yeniden Birlike göçerler. İşte böylece sonsuz dirilerden olanlar, sonsuzluktan gelip yine sonsuzluk mihveri olan O’na dönerler.

Ülkemizin geçirmekte olduğu bu mahsûn günlere, bu haftasonu bir başka mahzûnluk daha eklendi de, cânım Akçaâbatımızdan işte böyle karatı yüksek bir elmas yürekli dîde i âşıkan göç eyledi: Hepimizin Mehmet Amcası. Nâm ı diğer, Emice Mehmet veya Şoför Mehmet Emice ismiyle mâruf olan Hacı Mehmet Kalaycı.

Asitâne i Akçaâbatımızın, karye-i Kireçhânesinde, asilzâde Kalaycıoğulları ağahanlarından olan, konak kültürü ile büyümüş, enderun nezâketi ile gönenmiş, sehavet ve fütüvvet ile ömrünü geçirmiş gizlice bir refik i âla… Hakk dostu. Selmânî sır ile ehl-i beytin bendesi ve râh ı melâmet yolunun mürebbisi, dostların serçeşmesi, ailesinin güzelcesi, ahîlerin bercestesi ve cânım erenlerin güzîdesi Mehmet Amca.

Nasıl tanıdım kendisini?

Şarâb ı nihân tadında bir hikâyeydi aslında bizimkisi.

Şöyle ki, 80’lerin başında, artık Sarıtaş Mahallesi adıyla tesmiye olunan eski ismiyle Salarî köyünün Velioğlu karyesinden yola çıkıp, şimdilerde yerinde Ağanoğlu Ortaöğretim okulları olan, ancak o dönemlerde denize sıfır bir estetikle tahtına kurulmuş olan Akçaâbat Ortaokulunda başlayan öğrencilik yıllarımda içreme doğan ve dem bu dem kendine doğru çeken bir hikâyeydi bizim hikâyemiz.

Âhh nasıl da bir neş’eli bir çocukluktu bizimkisi, anlatamam. Her gün Sele Boğazı nâhiyesinde erkenden ineklerimizi otlatır, öğlen demine doğru hızlıca koşturarak eve varıp ve mahiyetimizdeki Nazaraları, Aynalıları, Sarıkızları, Karakızları ve çöp ayaklı yavrucak buzağılarını analarımıza teslim edip, yine aceleyle kuzinede pişmiş bir mısır ya da buğday ekmeği varsa, onu sıcacık kuzinesinden çıkarıp ve üzerine yağ sürüp yahut toz şeker gezdirip de hafifçe ıslayıp, böylece elimize öğlen azığımızı, sırtımıza da çantamızı alarak yine 2-3 kilometre koştur koştur tepelerden ve ırmaklardan devran ede ede kasaba merkezindeki târihî Ortaokulumuza öğlenci talebeler olarak varırdık.

Haniye ki cepte harçlık? Mutluyduk yine de, çünkü rûhen toktuk. Dersler bitince, sıcak yuvamıza kış saati uygulaması nedeniyle ancak gecenin karanlığında, 20’den sonra, o da yine 2-3 kilometre ışıksız, yağmurlu, çamurlu ve topraklı şose yollardan yürüyerek aç karnına ancak varabiliyorduk.

Ama durun! Çocukluk ve de serde gençlik bu ya, kendimizce bir çözüm de bulmuştuk. Kireçhane’nin eski şahikalı yokuşunu çıkar çıkmaz yolumuzu düzleyince, hemencecik yol üzerinde bir konak karşılardı bizi. Kalaycıoğulları Konağı. Bi’ hikmet i Hüdâ, bu konağın bahçesi cennet bahçesi gibi envai çeşit meyvelerle dolu olurdu. Işığı da devamlı yanardı. Emicezâde Mehmet Amcanın konağı olarak bilirdik. Gizemli, sessiz, kavgasız, gürültüsüz, dingin ve huzurlu bir yerdi.

Küçücük bedenlerimizle, bahçe duvarından serpilerek içeri sızar ve salkım salkım meyvelerden toplar, ardından gecenin karanlığından faydalanarak maharetle oradan tüyer ve eldeki ganimeti kendimize ara öğün yaparak karnımızı doyurur ve tekrar yokuşluca evimizin yoluna koyulurduk.

Bu ganimet hâsılası ve akşam sefâsı böyle yıllarca devam etti. Bir kez olsun kapı pencere açılıp da bize bühtân edilmedi. Aynı hat üzerinde başka bahçelere sızma ve meyve çümbüşleme harekatlarımız oluyordu ama her defasında diğer ev sahiplerinin kovalamacasına, soruşturmasına yahut bedduasına düçar oluyorduk.

Ama Mehmet Amca’nın konağından tek çıt çıkmıyordu. Bahçedeki mandalinalar, portakallar, döngeller, muşmulalar, elmalar vesair tüm kış meyveleri âsude bir sofra gibi her gece bizi bekliyordu.

Bu konağın sehaveti ve cömertliği tâ çocukluk yaşlarımda iken dikkatimi çekmişti. Işığı asla sönmeyen ve çıt çıkmayan bu evde acaba kim, kimler oturuyordu. Sergüzeşti ömrümüzün bir altunî bir gümüşî yıllarıydı işte, zaman geçtikçe geçti ve ben büyüdükçe bu gizem de içimde benimle birlikte büyüdü.

Günlerden bir gün, gençlik dönemlerimde dahi dikkat ettim ve gördüm ki, kendi evime gece yarısından sonra veya sabaha karşı bile dönsem bu evin ışığı hâlâ yanıyordu. Bir defasında denk geldim, evden hâli vakti yerinde beyefendi 1-2 insan çıkmış ve Mehmet Amca kapıda onları yolcu ediyordu. Gecenin 03’üydü. Herkes uykuda idi, bu ayaktaki dipdiriler kimlerdi? Nereden gelip, nereye gidiyorlardı?

Evvel emirde mukadder kılınmış bu tanışma ve karşılaşma ile selâm sabaha erişti ve Mehmet Amca evinin önündeki nâsut sokağından beni evinin lâhut kalbi olan ve ışığı asla sönmeyen sohbethânesine ve kütüphanesine davet etti.

Vardım.

Var mıydım?

Bilmiyorum ki: Sanırım Yoktum. Yorgundum ama durmadım, duraksamadım! İçimde büyüyen merakı durduramadım ve kör bir cesaretle sordum.

Dedim ki: “Babam dostu Mehmet Amca, yıllardır içimde uhdedir. Tüm talebeliğim boyunca bahçenizden mevsimler boyu meyve yedik. Karanlıklarda izimizi kaybettirdik. Hakkınızı helâl edin ne olur. Talebeydik işte. Açtık. Yoldaydık, izdeydik. Çaresizdik.”

Kalaycıhanzâde amcamız gülümseyerek musmutlu gözlerle bana bakarak dedi ki: “Ne güzel söyledin. Talebeydik, diyorsun. İyi ya sizi biz taleb ettik. Talep eden bizdik. Talebe nûrdur. Evimiz sizin sesinizle ayağınızla nûrlansın istedik. Talebenin geldiği gittiği, yediği içtiği nûrdur evladım. Ne iyi ettiniz de bahça i saadetimizi nûrlandırdınız. Meyveler sadrınızda nûr oldu. İlim oldu. Helâllik ne kelime? Biz bekçiyiz. Bu mülk kimin? Bekçi dediğin, hânenin asıl sahibi gelince ses eder mi yemesine içmesine. Hâne sahibi sizsiniz. İlim öğrenen herkes bu mülkün sultanıdır. Talep eden de talebeler de gönül tâcıdır. Talip olanın bahtı cemâldir, yediği helâldir.”

Bu vecîz cevap beni bir benden aldı da, yekdiğer kendimden içeru götürdü. Doğrusu bu irfânî eğitim ve temhidât gönül kemendimi Emicezâde Mehmet Amca’ya kaptırdı. İlerlemiş yaşına rağmen berrak hafızası, hoş sohbeti, kütüphanesinde sürekli kitap okuyarak ibâdet ile meşgul olması, hele ki gece boyu ahizeli telefonunun başında nöbet tutması beni oldukça şaşırtmıştı. Ülkemizin her yerinden 7/24 tanıdık tanımadık her türlü insan onu arar, telefonda mâruzatlarını arzeder, bu vesileyle Emicezâdenin fikrini alır, duâsını ister ve dingin bir huzurla telefonlarını kapatırlardı.

Bir gün kendisine, kim bu arayanlar, ne istiyorlar sizden, neler danışıyorlar size diye sordumdu. Yüce bir gönül burcu olan Mehmet Amcamız cevaben dedi ki: “Âhh Hakancım. Onlar zannediyorlar ben Mehmet Amcayı aradım, kendim aradım, biz aradık. Lâkin ben biliyorum ki, aslında arayan onlar değil, ‘O’ aradı.” ‘O’ kim Mehmet Amca dediğimde ise bana “O, refik ki Âla evladım” dedi. Peki ‘Refîk i Âla’ ne demek dedim, bu sefer de bana: “Yüce Dost, demek evladım… Maksud olan Yüce Dost…” demişti.

Serde gençlik işte, ancak o zaman anladım ki, Emicezâde Mehmet Amcamız irfân ehli gizlice bir âşıkandı. Ârifândı. Gönlü uyanıklardandı. Sırlara gizlice pişegâh, Dost’a istinatgâh, Hakk Çalab’ın ışkına ve aşkına agâhtı.

Yıllarca süren ve daha çok memleket ziyâretlerimde perçinlenen bu sohbetlerimizde, zaman içersinde bildim ve gördüm ki; Emizâde Mehmet Amca, Akçaâbatımızın tüm fakirlerini, meczûblarını, düşkünlerini, çaresizlerini tek tek biliyor, hemen hepsini herkes uykuda iken teker teker ziyâret ederek, aldığı emekli maaşına dokunmadan bu fukara ve gurebâ kimselere aylık olarak maaşını taksim edip iaşelerini karşılamaları için emekli maaşını onlara pay ediyordu. Murâdı, bu kimseler gerek kendileri gerek aileleri gerekse mahalleleri için fitne unsuru olabilecek zafiyetlere düşmesinler, kınanmasınlar, günaha bulaşmasınlar diye, onlara evlatları gibi bakıyor ve onları daima kader çevgeninin sabır ve ruhsat çizgisinde tutarak bir nevi Miskinler Tekkesi şeyhi gibi bu kimselere hem yârenlik hem de Ahî Babalık yapıyordu.

Hattâ Amcazâde Mehmet Efendi, yakın demlerde kim göçmüşse, herkes uykuda iken, gecenin en zifiri karanlığında, korkmadan-ürkmeden bu yeni mevtayı kabri başında ziyaret eder, yenice gömülmüş olan mevtanın mezarının başında oturur ve onunla sohbet eder, hâlini, borcunu harcını öğrenir, onu yatıştırır, sakinleştirir, gün ayınca da gidip o göçmüşün borcunu harcını öder ve varsa mevtâya haklarını helal etmeleri için muhataplarını naz makamında ağırlayarak nasihatleriyle gönüllerini hoş ederdi.

Bu kimseler için tabakat kitapları Evtad adını kullanırlar. Istılahî olarak Göğün Direkleri mânâsında, Kutb’ul Evtâd denilir. İşte cümleden olarak Emicezâde Mehmed Efendi Baba, gülzâre Akçaâbatın göğünün direği idi. Çok sırlıca muhabbetlerimizden anladığım kadarıyla, bu asil hizmetinde eksik bıraktığı bir iş olunca veya hâlinden haberdar olmadığı bir düşkün olursa, veyahut da kebir bir günah işlemeye azmetmiş mağrur ve gafil bir kimse olursa da, yaklaşık bir asır önce göçmüş olan Hakk dostlarından Üveysî Haçkalı Hoca Baba, gecenin koynundan çıkıp ânsızın tecellâ edip Mehmet Amcayı uyarır, bilgilendirir ve ödevlendirirdi. Böylece Mehmet Amca, yine gün açar açmaz çıkınındaki şahsi tasaddukuyla kasabanın unutulmuş olan bu düşkünlerini arar bulur ve cümlesinin dertlerine dermân olmak için tekrar yollara, sokaklara düşer dururdu.

Toyluk işte! Birgün kendisine, ‘Emicezâde Mehmet Amca, izin verin de bu sohbetlerimizi not alayım, hâtıralarınızı en baştan dinleyip bir kitap yazayım, sizden bir yadigâr kalsın’, dediğimde bana “Sevgili oğlum, ne güzel düşünmüşsün, lâkin kitap zahire, ilime, bilime yazılır, yazılmalıdır. Şarttır, ibâdettendir. Zirâ yazarın say’idir, emeğidir, hamulesidir, zikridir ve fikridir. Ama bâtının ve sırrın kitabı yazılmaz ki, evladım. Bu yolun şirki, öyle şeriatın şirkine benzemez. Yaşadığını yazar insan, ama kendisine yaşatılanı, kendisiyle beraber yaşanılanı veyâ kendisiyle beraber görülmek istenen vazifeyi ve muhasebatı kendisindenmiş gibi yazarsa, işte bu şirk olur.”, demişti.

Kendisinin bu hâssa ricâsı nedeniyle, Emicezâde Mehmet Amca’nın mânevî hal tercemesini, nerede nasıl yetiştiğini, hangi Hakk dostlarından nasip aldığını, yıllarca uzun yol şoförlüğü yaptığı İstanbul’un hangi sırlıca erlerinden ve bacı erenlerinden sır aldığını maatteessüf burada yazamayacağım.

Ama siz değerli okuyucularımızda ince bir zevk ve hikmete dâir latif bir şevk uyandırabilir zannıyla belki şu kadarını söyleyebilirim: Şoför Mehmet Amca, kibâr ı kelâm ehlince Balkan Melâmîleri olarak bilinen, Muhamed Nur’ul-Arabî’nin İstanbulumuza hediye ettiği yüksek mefkureli kadîm bir sûfî ekolün çalışkan ve de kâmil talebelerindendi. Üçüncü Devre Melâmileri olarak bilinen bu gelenek, kadîm Nakşî (Mühürdarlar) geleneği ile İbn Arabî’ye nisbet edilen Ekberîlik (Sırdarlar) tarîkini mezcetmiş bir sûfî tradisyondu. Bu geleneğin esas manevî terbiye ve nefsi tasfiye umdesi, mahzâ Tevhîd aşkı ve Vahdet-i Vücûd öğretisi üzerine esaslanıyordu. Bu neş’eye garik olan Melâmiler, tüm eşyayı, isimleri, sıfatları, fiilleri, varlıkları, varidâtı ve tecelliyâtı daimâ Tevhîd’de birleyen ve biricikleştiren bir vizyon ve misyon ile yaşamı kucaklarlardı. Erkânları sırda kalmak, sır olmak, sırdan gelmek, sırra sahibetlik etmek, sırlıca yaşamak, sırlıca göçmek ve tekrar hikâyenin en başındaki “Bir varmış, bir yokmuş” meselinde olduğu gibi eni konu yeniden Sır olmaktı.

Azîz hâtırasına ve sırrına daha fazla özensizlik serdetmeden şu kadarını daha söyleyeyim: Âşıkların mekri çok olur derler. Bu konuda kabuktan tat almaya çalışanlara diyebileceğim bir iddiam ve karinem yok maalesef. Ama ‘âşıklar lübcü olur.’ derler ya, bu galat ı meşhur bir söz olarak sanki, âşıkları tamahkâr gösteren bir mekrdir. Tuzaktır. Lüb, öz demektir. Evet, âşıklar özcü olurlar. Kalaycızâde Mehmet Amca da, kendi beden kabuğunda, tıpkı özü tatlı ve şifacı bir Tûba ağacı meyvesi gibiydi. Erenler, âşıklar ve husûsen Melâmiler böyledir. Onlar kökleri gökte, dalları yerde olan Tûba ağacı gibidirler. Meyvelerini kimseden esirgemezler, hele ki kimsesizlerin kimsesi ve Velîsi/Vâlisi olarak göğlerin ve yerlerin direği vazifesiyle bizlere yeryüzünde görklü bir yâr yüzü olarak Muhammed-Ali meşrebli kutlu canânlar olurlar.

Demek ki, bahçadaki mandalinaların asıl sahibi, Mehmet Amca libasına bürünmüş olan ağaçların anası misâlince işte bir Melâmi Tûba Ağacıydı. Mehmet Amca, bu sırdan ötürü varlık ve erenlik ağacının meyvelerini yememize bunun için ses çıkarmamıştı. Bilakis mütebessim bir şekilde, perdenin arasından bizlere bakarak şükrâne bir duâ ile arkamızdan bir de bizi okuyup üfeleyip, tâ evlerimize kadar âfetten, vahşi hayvanlardan, yıldırımdan, zelzeleden, selden korunarak hâne i saadetlerimize afiyetle ulaşmamız için bir de bize nâfiz nazarlarıyla hem yoldaşlık hem de duâlar etmişti.

Darb ı mesel der ki, ‘yalancının mumu yatsıya kadar yanar.’

‘Her zıddıyla kaimdir’ derdi, Emicezâde Baba Sultan. Düşündüm de, bu meselin zıddı ne ola ki? Sonra gönüle geldi ki, “Âşıkların mumu ise, kıyâmete kadar yanar.”

Mehmet Emicezâde Efendi Baba’nın da evinin ve de kabrinin ışığı ve mumu, elbette ki zümre i nâzeninlerden olduğundan kinâye ile kıyâmete kadar yanacaktır.

Himmetleri daim, hizmetleri saim, hikmetleri nâim olsun.

Güle güle Mehmet Amca.

Güle güle Efendi Baba.

Gül’e, gül’e gittin değil mi, Emicezâde akça-pakça Gizlice şâh ı bâ Sâfâ…

Gül’e ve Refik i Âla’ya gül olasın Kalaycızâde Mehmet Efendi Baba.

Her zaman yaptığımız şu duâ gibi:

“Allâh Allâh zât Allâh,

Evvel Allâh, Âhir Allâh,

Zâhir Allâh, Bâtın Allâh,

Bi’ himmet i Pirân,

Câr ı yâr ı Güzîn,

Bi’ himmeti Pençe Âli Aba,

Bi’ nisbeti Ondört Mâsum i Pâk,

Bi’ hikmeti Onyedi Kemerbest,

Ve selâmun alel Murselin,

Ve selâmetun alel Mü’minin,

Âmin.

Bi’ hörmet i Tâ Hâ ve Yâ Sîn,

Velhamdülillahi Rabb’ul Âlemin,

Ve devâm ı ömr ü devlet i Cumhuriyet-i Türkiye.

Bi’ rahmetike yâ erhamer-Râhimin,

Kâbul Niyaz ile, Hû…”

Güzeller güzeli, gizlice evliyâlar neşîdesi Mehmet Amcamızın Rûhu içün,

Cümle geçmişlerimizin ve düşkünlerimizin ahvâl i selâmetü içün,

el-Fâtiha.

   


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —